Pazartesi

ANNE OLMAK

Kadın olmak bir başkadır ama işin içine analık girdi mi, sahiplenmek bizim işimizdir. Önümüze çıkan her tür engeli yıkar geçeriz. Tufan oluruz, şimşek oluruz, yağmur oluruz, güneşin merkezi oluruz. Tüm varlığımızı onlar için seferber ederiz.
Anaların mevsimleri bir başkadır.
Yavrularımıza karşı hissettiğimiz her bir duyguyu, büyük bir tutkuyla büyütürüz. Büyütmek yeter mi? Hayır! Ana dediğin doğurur, korur, ruhu ve bedeni besler, itina ile büyütür.  Büyüttükten sonra geride durmaz, son nefesine kadar takibini yapar.
Bebelerimiz doğduğu andan itibaren, neredeyse kendimiz için yaşamayı unutmak sanki genlerimize işlenmiştir. Onlar doğana kadar, teorik olarak bildiğimiz her şey yerle bir olur ve yeniden şekillenir. Karnımızdayken kanımızla, doğduktan sonra sütümüzle besleriz. Kendimiz büyürken doğrularımızdan saparız ama onları büyütürken emin olduğumuz doğrulardan hiç sapmayız. Söz konusu onlar olduğunda, yeri geldiğinde hırçın, sevecen, asil, olgun, çocuksu hallerimizi tereddütsüz ortaya koyarız. Onlar için şekilden şekle girebiliriz.
Annelik; hayatta alınabilecek en büyük ve en güzel sorumluluktur.
Kadın olmak bir başkadır ama işin içine analık girdi mi, sahiplenmek bizim işimizdir. Önümüze çıkan her tür engeli yıkar geçeriz. Tufan oluruz, şimşek oluruz, yağmur oluruz, güneşin merkezi oluruz. Tüm varlığımızı onlar için seferber ederiz. Üzüntümüzü, açlığımızı, yokluğumuzu, ağrılarımızı, acılarımızı onlardan saklarız. Bir anne, kendi acılarını içine hapsedip dost edinmeyi iyi bilir. Acı çekerken inlemez, dinlenmez, soluk almaz.
Yeri geldiğinde, tırnağım yok diyen ana bile, kanayacağını bile, bile parmak kemiklerini geçirir sorunların ensesine. Onların hayatlarına girecek üzüntü, bizim için başroldeki düşman gibidir.
En büyük mutluluğumuz; onları sağlıklı ve mutlu görmektir. Onları büyütürken, bizlerde inanılmaz büyürüz. Kendimiz için uğraşmadığımız birçok şey için, söz konusu onlar olunca yaratırız.  Annelik; bitmek bilmeyen bir öğrencilik gibidir.Gözümüzde hiçbir zaman büyümeyecek olan bebeklerimiz, bize kolay olmayan her şeyi usanmadan öğretir.
Bir kadının karşısına belki korkmadan geçebilirsiniz. Ama bir anneyi karşınıza alacaksanız, bir değil, bin kere düşünün derim. Tek bedene sahip olan o kadın, yavrusu için kendi bedenine, bin güç ve milyonlarca sabır yükler. Şan, şöhret, para, mevki, her şeyden bir çırpıda vazgeçebiliriz. Bunlar hakkında bir mücadele veriyorsak da,  yine yavrumuza getireceği yararlardan kaynaklanıyordur.
Dileğim; yavrusunun doğumuyla kudret kazanan annelerin, elleri arasından yavruları hiç kaymasın. Ve annelerinin varlığı ile gücüne güç katılan yavruların ellerinden anneleri hiç alınmasın. Her mevsiminizin sevdiklerinizle birlikte sağlıklı, mutlu ve huzurlu geçmesini dilerim.

KADIN IŞIĞI

Kadın ışığı, Tanrı’nın kadına doğduğu andan itibaren hediye ettiği değerli bir hazinedir. Her kadında vardır ama o kişiye özeldir. O bir güzellikten çok öte, can, kalp yeleğidir. Çok uzaklardan beliren bir uyarı işaretidir. Doğadaki diğer canlıların sahip olduğu içgüdülerden çok öte bir histir.
Hayat kapısından girdiğinde gelecekte saçları uzun, kirpikleri uzun bir kız çocuğuydu. Öyle güzel öyle güzeldi ki, bakanlar ona dönüp bir daha bakamazdı söylenenlerin aksine. Çünkü saflıkla yoğrulmuş bir ışığı vardı ve insanın gözlerini kör ederdi. Masallarda anlatılan güzelliğin aksine, fiziksel bir özellik değildi ondaki güzellik, soyut, dokunulamayacak kadar uzak ama hayran bırakacak kadar etkili bir ışıktı.
Dünyaya gelen her kız çocuğu aynı ışıkla merhaba dedi çevresine. Bu ışık saflığın, temizliğin ve Tanrı’nın sadece kadınlara bahşettiği bakirliğin bir simgesiydi. Her çocuk dünyaya bir ışıkla gelirdi ancak kız çocuklarının ki bir başka olurdu. Doğuştan fedakârlık, sevgi ve aidiyetle karışık özgürlük duygusuyla sarılı bir ışıktı. Aslında daha çok adanmışlık kokardı. Gelecekte koca bir toplumun ve hatta koskoca bir dünyanın hâkimiyetine gebe kadınlara özgü doğuştan gelen bir ışık.
Hayat Tanrı’nın mucizeleri ile dolu olduğu halde, acımasız tesadüfler de barındırırdı. Bu acımasız tesadüfler, etimize batan iğneler gibi ruhumuza batardı. Ama saflık her kötülüğün bir nedeni olduğuna inan bir kalbe hizmet ederdi. Kötülük, iyiliği ayırt edebilmeye yarardı. Kapkaranlık bir yolda, bu ışıkla parlayan fosforlu sarı gibiydi. Görünce kaçardınız ya da bilirdiniz ki bu size zarar verecek. İşte kadın ruhu da Tanrı’nın ona bahşettiği bir güzelliğin yani saflığın şemsiyesi altında bu kötülükten korunuyordu. Kadın kalbi ona doğumunda bahşedilen güçlü içgüdülerle doluydu. Kötülüğü sezip, sevdiklerini koruyabilme şansı verdi ona. “Annelerin içine doğar.” dediklerinde bilirdiniz ki fosforlu sarı uzaklardan belirmiş. Bu yüzden bir erkeğin kas gücünün aksine, çok önceden sezebilme güdüsü kavga başlamadan önce kurtarırdı sizi ve hayatınızı tehlikelerden. Bu sonsuz saflık ölene kadar kadın bedeninde, kalbinde kalır sizi sımsıkı sarardı. Siz çok uzaklardayken bile, hep çarpardı. Belki bir gece yarısı yatağından kaldırıp endişelendirirdi.
Bu saflığın ve sonsuz ışığın kendini koruyamadığı tek bir şey vardı o da aşktı. Tanrı kadını yaratırken mayasına aşka dirençli olmayı eklemeyi unutmuştu. Çünkü aşk, bazen sevgiyle aynı kostümü giyer, hile yapardı o ışığı sonsuz saflığa. Her güzel duyguya kucak açan kadın kalbi, aşkın tanışma faslına kapılır giderdi. Şansı varsa kostümünü giymeden, dürüstçe ona gelmiş bu sevgi şölenini ömrünün sonuna kadar kabul ederdi ve bu doğuştan gelen saflığı devam ederdi. Ancak bir aldatmacanın içine düştüğünde güçlü ışığı titrek mum alevi gibi sönmeye yüz tutardı.
Kadın kalbi naiftir, kırılgandır derler. Aslında naiflik ve kırılganlıktan çok bozulmak istemeyen bir saflığı barındırır. Şeytani duygular diye adlandırılan öfke kıvılcımları ve karşı cinsinin aklına gelmeyen pek çok dalaverenin kaynağı olarak algılanan bu kalp, aslında sadece aldatmaca ile karşılaştığında bu hale gelirdi. Düşünün ki hep iyi olmak, kötü olana hazır olmamak demektir. Kötüyle karşılaşıldığında, beyaza leke bulaşmıştır. Bunu çıkarmaya ve özüne dönmeye çalışmak bu öfke kıvılcımları ve kendinden uzaklaşmayla eşdeğerdir.
Kalbi kırılan ve saflığını bir aldatmaca ile yitiren kadın öfkelidir. Bu öfke, özünden uzaklaşmasına neden olur ve insan öfkeyle doluyken, çağlayarak akan bir şelale gibidir. Ne yapacağı bilinmez ve durdurulamaz. Bu öfkeyi bastırabilmek ve özüne dönebilmek ancak sabırla ve sonsuz iyi niyetle gerçekleşebilir. Varoluş nedenimizin iyi olmak ve iyiyi yaşamayı hak etmek olduğuna inanırsak, kadın ruhuna henüz küçük bir kız çocuğuyken bahşedilmiş içgüdülere güvenmeyi daha iyi öğreniriz. Aşk kisvesi altında gelen aldatmacaları, tecrübe olarak hanemize yazdığımızda fosforlu sarıyı artık eskisinden daha da iyi görebiliriz. Yani kötünün, iyiyi yaşatmak için bir neden olduğunu görebilirsek mutlu olabilir ve özümüze sadık kalabiliriz.
Dünyanın her yerinde, bütün kadınlar aynı ışıkla doğduğundan ve bu ışık din, dil, ırk ve başka herhangi bir neden içermeden bize bahşedildiği için, yani hepimiz aynı Tanrı’nın melekleri olduğumuz için belki de “Talmud” da geçen şu söz tüm evreni anlatıyor. “…Bir kadını ağlatırken çok dikkat edin, çünkü Tanrı gözyaşlarını sayar! Kadın erkeğin kaburgasından yaratıldı, ayaklarından yaratılmadı, öyle olsaydı ezilirdi; üstün olmasın diye başından da yaratılmadı. Ama göğsünden yaratıldı, eşit olsun diye kolun biraz altından korunsun diye; kalp hizasından sevilsin diye..."

YA İÇİNDESİNDİR ÇEMBERİN YA DA DIŞINDA

Her birimizin hayatta bir amacı vardır. Kimilerimizin aşktır, kimilerimizin maneviyattır, kimisinin maddiyattır, kimisinin dervişliktir, kimisinin ki mevkidir, ündür. Herkesin bir amacı ve bu amaç doğrusunda ilerleyişi vardır. Bu amaç uğruna ilerlemede hepimizin ortak ihtiyacı bilgidir. Bilgisiz bu amaca gidişin önü kesilir. Ancak şans faktörüyle bu belki atlatılsa da sağlam olmayabilir. Bu amaç uğrunda bilgi edinmesi de ayrı derttir. Kimisi dışarıda arar bu bilgiyi kimisi içeride...

*